Gecenin karanlığında uçağım tekerlerini yumuşakça Adana Şakirpaşa Havalimanı pistine koyduğunda iş hayatımın ilk seyahati olarak bu şehre gelişimin üzerinden nerede ise otuz yıl geçmiş diye geçirdim aklımdan. Aklımdan geçirmekle kalmayıp, dile de getiriyorum. Anlamsızca suratıma bakıyor yol arkadaşım. “Türk Hava Yolları’nın TC-JAB tescil numaralı DC-9 tipi Boğaziçi adlı uçağıyla gelmiştim” diye eklediğimde suratındaki anlamsız ifade, yerini sorgulayan bakışlara bırakıyor. Fazla merakta bırakmak istemediğimden, “Deniz Gezmiş ve arkadaşları yakalandığında, onu hapisten kurtarmak maksadıyla Sofya’ya kaçırılan uçaktı o” diyorum Tüm zarafetine rağmen “Vay be, nasıl hatırlıyorsun tüm bunları” demekten kendini alamıyor.
Sonra tepkisinden mahcup olup, alçak sesle “kim bilir daha neler hatırlıyorsundur o seyahate dair?” diyor. O tip uçakların arkadan açılan merdiven bir kapısı vardı, merdivenlerinden indiğimizde motorun sıcaklığı vurmuştu yüzüme, enseme. En azından ben öyle sanmıştım. Sonra şehre doğru yola koyulduğumuzda o sıcaklığın devam ettiğini görünce “bu şehir uçak motoru kadar sıcak bir yer” demiştim. Desene Allah’tan serin bir havada gelmişiz” diyor. Gülüyoruz. Sonra anlatmaya başlıyorum.
Unutamadıklarım arasında kentin üstünü kaplayan duman bulutu vardı. Güneşin doğuşu ile yakılıyordu kebap ocakları, gecenin geç saatlerine, hatta sabaha kadar sönmeden meşhur kebaplar pişiriliyordu. İlk kebap siparişini verirken “Adana” istiyorum dediğimde Adana’da okumuş, mesai arkadaşımın saçları diken diken olmuş, lafı ağzıma tıkarcasına, “dövdürecek misin ulan bizi” demişti. Saf saf niye ki dediğimde burada “senin ‘Adana’ dediğine ‘kıyma’, ‘şiş’ dediğine de ‘kuşbaşı’ derler, senin ilk önce Adana’nın gastronomi terminolojisini ve gastronomi adabını öğrenmen lazım” deyip, uygulamalı kent eğitimine başlamıştı. “Şimdi, verdiğimiz kıyma siparişinin yanında ne içersin diye sorduklarında da adetin olduğu üzere ayran dersen, gülerler sana” demişti. “Mecburen rakı mı içeceğiz?” dediğim de, “şart değil şalgam da içsen olur” demişti. Otuz yıl öncesinden bahsediyorum, o yıllarda biz İstanbullular için şalgam bugün ki kadar bilindik bir içecek değildi. Yerler bir karış talaş ile kaplıydı, basınca ayak bileğe kadar gömülüyordu. Garipsemiştim. “Adettendir” demişti. Mekanın temizliğine işaret eder o talaşlar diye de gülerek eklemişti. “Ne temizliği ağbi, mikrop yuvası, hijyen diye bir şeyden haberleri yok galiba” dememle, yan masadaki Adanalı müşterilerden birinin dudakları arasında duran kürdanı yere tükürmesi bir olmuş, o anı dehşetle izlemiştim. “Aldırma bu da normal, gene adettendir” demişti. Şalgamdan bir fırt alıp, ilk çatal kebabı tattığında sen de aynısı yaparsın demişti.
Sonra dışarı çıkıp, yürümeye başladığımızda yol kenarlarında iki tuğla arasında yakılan ateş üzerindeki kazanlar dikkatimi çekmiş, bu ne diye sormaya korkmuştum. Tereddütümü fark eden arkadaşım, “sen şimdi mumbar veya şirden dolması da yememişsindir” demiş, cevabımı beklemeden “iki tane versene” demişti. Bildiğimiz çamaşır kaynatılan kazanın kapağının açılması ile Adanalıları “Fellah” veya “Arap Uşağı” diye adlandırdıkları satıcının çatalı daldırıp, salçalı, yağlı bir su içinden, iki adet sosise benzeyen doldurulmuş bağırsağı, kare şeklinde kesilmiş pelür kağıtlara koyup, elimize tutuşturması bir olmuştu. Ben ağzım açık olup, biteni seyrederken, Adanalı arkadaşım, bir tutam kimyonu alıp, şirden üzerine boca etmişti bile. “Bu ne?” dememe rağmen “ye de, sonra anlatırım” demesi ve kendi payına düşeni mideye indirmesi bir olmuştu. Onun kadar iştahla olmasa da ben de gözümü kapayıp, iki üç lokmada yemiş, silip, süpürmüştüm. Sonra da iç yağı, pirinç, bulgur, eser miktarda kıyma, soğan, biber salçası ve baharatla doldurulmuş, koyun bağırsağı olduğunu öğrenmiştim.
Devam Edecek…..
Oğuz Otay